Untitled Document
   
  Hüsamettin Ünal
  Atatürk
 

ATATÜRK'ÜN KURAN BİLGİSİ VE İSLAM DÜŞÜNCESİ

Türk Milleti daha dindar olmalıdır,
yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır
demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum."
Mustafa Kemal Atatürk-
Atatürk, İslam ahlakını ve dinimizin vecibelerini daha aile ocağındayken öğrenmiş, tahsil yaşamı boyunca da bu bilgilerini pekiştirerek geliştirmiştir. "Ilımlı-modern-dindar" yapının, en güzel örneği ve en başarılı uygulayıcısı, laik Cumhuriyetimiz'in kurucusu Büyük Önder Atatürk'tür. Ulu Önder, her zaman gericilikle mücadele ederken İslam'ı yüceltmiş; dolayısıyla bu ikisi arasındaki ayrımı en doğru biçimde yapmıştır. Tekke, türbe ve zaviyeler onun döneminde kapanmış, ama ilk
Türkçe Kuran meali de yine onun döneminde yayınlanmıştır. Türk insanının ihtiyaçlarını ve özelliklerini çok iyi bilen, gericiliğe, yobazlığa her zaman karşı olan Atatürk, Türk Milleti'ni dinin özüne yöneltmeyi amaçlamış ve bugün milletçe ulaşmayı hedeflediğimiz yapıyı her yönüyle tecelli ettirmiştir.
Şüphesiz ki din, Büyük Önder’in de dikkat çektiği gibi demokrasinin ve milli bütünlüğümüzün vazgeçilmez bir ihtiyacıdır. Bir milletin fertlerini birarada tutan en güçlü bağ olan din, aile, ahlak ve devlet müesseselerinin de devamını sağlayan en önemli unsurdur.
Dinin var olmadığı veya dini değerlerin ortadan kalktığı bir toplumda, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak aile, ahlak ve devlet kavramları da geçerliliğini yitirecek ve kısa süre içinde ortadan kalkacaktır. Böyle bir gelişme ayrıca, tarihi ve kültürü ne kadar eskiye dayanırsa dayansın bir milleti birbirine bağlayan milli ve manevi tüm bağların parçalanmasını, anarşinin hortlamasını ve toplumun bölünmesini kaçınılmaz hale getirecektir.
İşte bütün bu nedenlerden ötürü, toplum dokusunun vazgeçilmez parçası niteliği taşıyan din müessesesinin devamını sağlayamayan bir ulusun sosyolojik ve bilimsel açıdan ayakta durması mümkün değildir. Gerek kişi, gerekse toplum açısından dinin lüzumlu bir müessese olduğunu belirten, siyasi alanda yaptığı sayısız reformla bu sağlıklı bakış açısını geniş kitlelere yaymayı hedefleyen Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti’nin dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur"
Din vardır ve lazımdır." (Yakınlarından Hatıralar, Asaf İlbay, s. 102) sözleriyle teşvik etmiştir. Milletini, batıl inanışlardan arındırıp, gerçek dine yöneltmeyi amaçlamıştır. Bunun için de Kuran'ın kolay bir şekilde okunup anlaşılmasını sağlamak amacıyla Türkçeye çevrilmesi emrini vermiştir:
Sonra Kuran'ın tercüme ettirilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak Türkçeye tercüme ediliyor. Hz. Muhammed'in hayatına ait bir kitabın tercüme edilmesi için de emir verdim." (Atatürk'ün Temel Görüşleri, Fethi Naci, s.55)
Kuran'ın Türkçeye çevirilmesi emrini verirken, Atatürk'ün isteği Müslüman milletinin imanının güçlenmesidir. Bunu ifade ettiği sözleri şöyledir:
Camilerin mukaddes mimberleri halkın ruhi, ahlaki gıdalarına en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille ruh ve beyne hitap edilmekle Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur." (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c. 1, s. 225)
Büyük Önder, gerçek dinin temelini ve Müslümanların konuyu hangi kıstaslara göre değerlendirmeleri gerektiğini 7 Şubat 1923 tarihinde, Balıkesir’deki Paşa Camii’nde verdiği hutbede kendisini dinleyenlere şöyle ifade etmiştir:
Allah birdir, şanı büyüktür. Allah'ın selameti, sevgisi üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri Allah tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Bunun temel esası, hepimizce bilinmektedir ki, Yüce Kuran'daki anlamı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, c. 2, s. 93)
Atatürk, İslam dininin tamamen ilme ve mantığa uygun bir din olduğunu bir başka sözünde de şöyle ifade etmiştir:
Bizim dinimiz en makul ve en doğal bir dindir. Ve ancak bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin doğal olması için akla, tekniğe, ilme ve mantığa uygun olması gerekir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur. ... İslam'ın sosyal hayatı içinde hiç kimsenin, bir özel sınıf halinde varlığını sürdürme hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler dini kurallara uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur, hepimiz eşitiz ve dinimizin kurallarını eşit olarak öğrenmeye mecburuz" (Atatürk"ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s. 90)
Büyük Önder Atatürk, Türk Milleti’nin dindar olmasını ve dini değerlerini muhafaza etmesini de, sıklıkla vurgulamıştır. Ayrıca, Atatürk'ün Osmanlı Devleti'nin çöküşünü dine bağlayan, Türk düşmanlarına yanıtı ise kesin bir şekilde olmuştur:
Düşmanlarımız, bizi dinin etkisi altında kalmış olmakla itham ediyor, duraklamamızı ve çöküşümüzü buna bağlıyorlar; bu bir hatadır. Bizim dinimiz hiç bir vakit kadınların, erkeklerden geri kalmasını talep etmemiştir. Allah'ın emrettiği şey, Müslüman erkekle, Müslüman kadının beraberce din öğrenerek eğitilmesidir. Kadın ve erkek bu ilim ve eğitimi aramak ve nerede bulursa oraya gitmek ve onunla mücehhez olmak zorundadır. İslam ve Türk tarihi incelenirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kuralla bağlanmış zannettiğimiz şey yoktur. Türk sosyal yaşantısında kadınlar bilimsel yönden eğitim ve öğretim görmekte ve diğer konularda erkeklerden katiyen geri kalmamışlardır. Belki daha ileri gitmişlerdir." (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1959, c.2, s.86)
Dini meseleler hakkındaki görüşlerini öğrenmek isteyen Fransız gazeteci Maurice Perno'ya Atatürk yine kesin bir şekilde şu cevapları vermiştir:
M. Perno:Şu halde yeni Türkiye'nin siyasetinde dine aykırı hiçbir temayül ve mahiyet olmayacak demek?
Atatürk: "Siyasetimiz dine aykırı olmak şöyle dursun, din bakımından eksik bile hissediyoruz."
M. Perno: Zat-ı asilaneleri, düşündüklerini bendenize daha iyi izah buyururlar mı?
Atatürk: "Türk Milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Şuura muhalif, terakkiye engel hiçbir şey ihtiva etmiyor. Halbuki Türkiye istiklalini veren bu Asya milleti içinde daha karışık, sun'i, batıl inanışlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu cahiller, bu acizler sırası gelince aydınlanacaklardır. Eğer ışığa yaklaşamazlarsa kendilerini mahv ve mahkum etmişler demektir. Onları kurtaracağız." (Atatürk ve Din Eğitimi, Ahmet Gürbaş, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, s.32)
Atatürk her yönüyle olduğu gibi dindarlığıyla da milletine en güzel örnek olmuştur. Ulu Önder, dindar kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı her zaman samimi bir şekilde hürmetkar olmuş ve saygı duymuştur.
Cumhuriyet'in ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, Atatürk'ün kendisine duyduğu saygı ve hürmeti şöyle anlatmıştır:
Ata'nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, "Paşam beni mahcup ediyorsunuz" dediğim zaman "Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır." buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi." (Atatürk ve Din Eğitimi - Ahmet Gürtaş - Diyanet İşleri Bakanları Yayınları s.12)
Atatürk Kuran okutulmasına da son derece önem vermiştir. Hafız Zeki Çağlarman Atatürk'ün bu yönünü şöyle anlatmıştır:
Atatürk'ün kız kardeşi Makbule Hanım'la uzun yıllar komşuluk yaptık. Her yıl Ramazan ayı yaklaşınca Atatürk kız kardeşine; "Makbule, Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme"der ve hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içerisinde para verirdi."

Kemalizm; Atatürk'e rağmen, ama onun adına ve ondan sonra uydurulup ayarlanmış ve zorla uygulanmış, dayanaksız ve dayatmacı bir ideolojidir. Asıl mimarları, Siyonist bir Yahudi tarihçisi ve o dönem CHP milletvekili olan Avram Galanti gibilerdir.
Kemalizm, İsmet İnönü eliyle bir yandan resmileştirilirken, öte yandan Atatürk'ün resimleri paralardan silinmekte, duvarlardan indirilmektedir. Zaten başından beri bağımsızlıktan ziyade Amerikan mandacılığına yatkın olan İsmet İnönü'nün asıl görevi; gerçek Mustafa Kemal'i unutturup sahte Kemalizmi yerleştirmektir.
Atatürk ise; siyaset satrancında, stratejik hamleler gerçekleştiren; Milli, külli (bütünsel ve kapsayıcı) ve uzun vadeli hedefler için, geçici ve cüzi tavizlerden çekinmeyen ve hassas dengeleri gözeten ve yöneten bir dehanın sahibidir.
Tevrat'ı tahrip edip Talmutlaştıran ve Yaratıcıyı Yahudi hizmetkârı bir insan suretinde tanıtan ve Yahovalaştıran, Hıristiyanlığı yozlaştırıp Hz. İsa'yı ilahlaştıran, Yahudi dönmesi İbni Sebe eliyle saf İslam inancını bozmak için Hz. Ali'yi tanrılaştıran ve Şia'nın temellerini atan; bu sapık Yahudi kafası, Atatürk'ü de aynı şeytani hesaplarla tabulaştırıp putlaştırmayı hedeflemiştir.
Günümüzde yine kendilerinin koordine edip kullandığı "Radikal Şeriatçılık" gibi bağnaz ve barbar örgüt görüntüleriyle; İslam'dan ürkütme ve Müslümanları kötüleme şeytanlığının bir benzeri olarak: "Radikal Atatürkçülük" diyebileceğimiz Kemalizm ideolojiyle de, Mustafa Kemal'den nefret ettirme yoluna gidilmiştir.
Kemalizm ideolojisini, İzmir suikastını hazırlayan ve Atatürk'ün şüpheli ve şaibeli ölümüne yol açan malum ve mel'un kesimlerin sistemleştirip sahiplendiğini dikkate alırsak; sabataist ve masonik şebekenin şu amaçları güttükleri sezilmektedir:
1- Dünya ekonomisinde ve siyasetinde etkin bulunan Yahudileri "Anadolu Siyon Devletine Kavuşacağız" hevesiyle umutlandırıp avutarak, bağımsızlık mücadelesini kazanan ve Türkiye Cumhuriyetini daha rahat ve kısa zamanda kurmayı başaran, ama sonunda tamamen milli hesaplar güttüğü anlaşılan Mustafa Kemal'den intikam almak.
2- Böylece yapacakları bütün tahribatların suçunu Atatürk'ün üstüne yıkmak.
3- Kendi gizli niyetlerini ve kirli mahiyetlerini örtmek için, haklı olarak gönülden sevilen ve derin bir saygı gösterilen Atatürk'ün hatırasına sığınmak.
4- Kemalizm adı altında Anadolu Siyonizm'ini, yani sabataizmi meşrulaştırmak ve iktidar makamına taşımak.
5- "Sevr'i zamana yayma ve şartlar oluştukça uygulama" siyasetiyle, kerhen (istemeyerek) evet dedikleri Lozan'ı laçkalaştırmak, Kemalizm ideolojisiyle resmen ve ismen olmasa da Müslüman Türk milletini fikren ve fiilen Hristiyanlaştırmak.
Evet, bu sinsi ve Siyonist hedeflerin çoğuna maalesef erişilmiştir.
Ve maalesef, Kemalizm'in dokunmazlık maskesini;
Birileri sindirmeci komünist felsefelerine...
Kimileri, sömürgeci kapitalist düşüncelerine...
Ötekileri egemenliğimizin AB'ye devredilmesi gafletlerine...
Berikileri, her türlü ahlaki rezalet ve sefaletlerine kılıf olarak geçirmiş ve sürekli istismar etmiştir.
Ve ne garip bir tecellidir ki: birbirlerine şiddetle ve nefretle karşı oldukları sanılan, din istismarcısı münafıklarla, Kemalizm simsarı sahtekârlar:
•a) Dış güçlere ve Sevr şövalyelerine hizmet etmek.
•b) İşbirlikçi hain hükümetleri desteklemek konusunda sürekli ittifak halindedir.
Bugün Atatürk'ün kapattığı Mason Locasının sadık ve saygın bir üyesi (!) olduğu için, özellikle ve tercihen İzmir 9. Eylül Üniversitesine Rektör atanan Hıristiyan Prof. Dr. Emin Alıcı'nın çıkıp, pervasızca ve papaz tavrıyla:
Fatih Sultan Mehmet çok iyi yetişmiştir, felsefe, tarih, yabancı diller bilir. Ne yazık ki ülkenin akıl ve bilimle değil de din yoluyla yönetilmesi tercihini yaparak, hem Osmanlı'nın kaderini, hem de dünyanın tarihini değiştirmiştir" diyebilme küstahlık ve cesareti de, işte bu Kemalizm ideolojisinin bir semeresidir.
Bu talihsiz ve terbiyesiz sözlerini haberleştirmek isteyen Vatan Gazetesi Yazı İşlerine "Ben Hıristiyan'ım ve bu sözler Papa'nın Müslümanlara sarf ettiği sözler kadar tehlikelidir ve sonuçları da benim için çok kötü olabilir. Bunlar özel konumda dile getirilmiş gerçeklerdir. Kamuoyuna göre değildir." Ricasında bulunacak kadar da korkak ve suçunun farkında bir Kemalist'tir.
Çünkü bu Mason, Süryani ve sözde Kemalist rektör biliyor ki; İslam olmasaydı ve Aziz milletimiz Müslümanlıkla tanışmasaydı:
Selçuklu ve Osmanlı devletleri ve medeniyetleri doğmayacaktı.
Anadolu Hıristiyan kalacak, Türkiye kurulmayacaktı.
Haçlı seferleri başarıya ulaşacak, Ortadoğu ve Asya kapıları Barbar Batılılara açılacaktı.
Şanlı Kurtuluş Savaşı yaşanmayacak, Sevr uygulanmış olacaktı.
Bir Mustafa Kemal de çıkmayacak 9. Eylül de dindaşları olan Yunan ******ları bozguna uğrayıp kaçmayacak ve maalesef Rektörü yapıldığı Üniversite, Haçlı emperyalistleri için böyle acılı ve alçaltıcı bir tarihi hatıranın adını taşımayacaktı!?...
İşte bunun için diyoruz ki;
Bu soysuz ve sorumsuz çevreler Kemalist, bizler ise Atatürkçüyüz!.
Bunlar ABD ve AB uşağı, bizler özgürlükçüyüz.
Bunların çoğu ya Yahudi, ya Hıristiyan, ya Mason, bizler ise Müslüman ve Milli kültürcüyüz!.
Asıl irticacı bunlardır. Asıl iftiracı bunlardır. Asıl fesatçı ve fırsatçı olan bunlardır.
Ama elbette ve her halde, böylesi hıyanet ve hakaretlere bulaşmayan, bu ülkeyi vatanı, bu devleti sigortası sayan farklı din ve düşünceden bütün vatandaşlarımızın, her türlü haklarına ve huzurlarına da sahip çıkarız ve saygı duyarız.
Atatürk'ten Utanın!
Mertçe ve medeni bir cesaretle, Kurana inanmadıklarını ve İslam düşmanlıklarını ortaya koyamayan, ama fırsat buldukça ve çoğu kez de dokunulmazlık zırhını verdiği bir şımarıklıkla:
Dogmatik saplantılar, gerici safsatalar" gibi dolaylı sözlere Dine sataşan...
Çağdışı eğitim, Yobazlık öğretimi" gibi hakaretlerle İmam-Hatip ve Kur'an Kurslarına çatmayı marifet sayan...
Ve bütün bu şeytanlık ve şarlatanlıklarını Atatürkçülük" kisvesi altında saklamaya çalışan zavallılar, aşağıdaki tarihi gerçekleri okuyup Atatürk'ten utanmaları gerekir.
Çünkü Atatürk, Anadolu (Konya) kökenli dindar bir Müslüman Türk ailesinden gelen sağlam bir Osmanlı medeniyet kültürü içinde yetişen, akıllı ve inançlı, İslam'a bağlı ve Kur'ana son derece saygılı bir liderdir.
Atatürk'ün Selanik'te doğduğu ev, içindeki eşyalarla birlikte günümüzde aslına uygun şekilde korunmaktadır. Evin birinci katında yatak odası olarak kullanılan bölümde, yatağın başucundaki duvarda, gümüş kılaptanlı, kırmızı atlas yüz kesesi içerisinde bir Kur'an-ı Kerîm asılıdır. Yine aynı duvarda Fetih sûresinin ilk âyetinin (İnnâ fetahnâ leke fethan mübî-nâ) yazılı olduğu bir levha asılı bulunmaktadır.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Bey, din dersleri okutan bir ilkokul öğretmeninin oğluydu. Ali Rıza Bey'in ailesi özellikle çevrede dindarlığıyla tanınıyordu. Ali Rıza Bey'in babası, Hafız Ahmet Efendi olarak tanınıyordu. Hafız unvanı, onun Kur'an'ı ezbere bildiğini göstermektedir. Ali Rıza Bey, özellikle hayatının sonlarında derviş meşrep bir yaşam sürmüştü. Atatürk'ün sahip olduğu dinî inanç, önemli ölçüde çok dindar bir kişi olduğu bilinen Ali Rıza Efendi ile Kızıl Hafız denilen Ahmet Efendi'nin manevi mirasıdır.[1]
Atatürk'ün ilköğrenim gördüğü Şemsi Efendi Mektebi, ardından devam ettiği Selanik Mülkiye İdadisi o dönemin koşullarında ciddi dinî bilgiler veren eğitim kurumlarıydı. Yine onun eğitim aldığı Selanik askerî rüştiyesi ve Manastır Askerî İdadisi, programlarında azımsanmayacak oranda din kültürü dersi bulunan okullardı. Örneğin, Selanik Askeri Rüştiyesi ve Manastır Askerî İdadisi'nde okutulan dersler arasında, (İslâm dininin inanç esaslarını konu alan) akâid-i diniye, tarih-i İslâm, ilm-i ahlâk adlı dersler vardır. Akâid-i diniye, dersi her iki okulda neredeyse her yıl okutulan bir derstir. Atatürk, Kur'an'ı tercüme ve tefsir edebilecek derecede Arapça bilgisine sahiptir.[2]
Milli Mücadele Yılları
Atatürk'ün, en umutsuz görünen koşullarda, yurt savunması için kendisiyle birlikte gözünü kırpmadan ölümü göze almaya hazır Türk halkını yanı başında bulabilmesinde din unsurunun önemli bir rolü vardır. O, başlattığı millî istiklal mücadelesinde millî ve dinî amaçlardan güç aldığını açıklamıştır.
Atatürk, 1920'de Ali Rıza Paşa'ya gönderdiği telgrafta, İngilizler tarafından men olunursa istiklâli milli uğrunda mücahedei milliye ve diniye ilan etmek yolunda ilerleyeceğiz, açıklamasını yapmıştır.[3]
Atatürk, kurtuluş savaşında verilen mücadeleyi, dine yapılan yararlı bir hizmet olarak nitelemiştir. Bu tür dinî hizmetler uğruna insanların fedakârlık yapmaktan kaçınmayacağını belirtmiştir. Atatürk'ün bu konudaki yaklaşımını Tevfik Abud Bey'e gönderdiği mektupta görürüz:
Geldiğinizi ve yararlı hizmetler üstlendiğinizi öğrenerek sevindik. Ulu Tanrı hepimizi dinimize yararlı hizmetler yapmakta başarılı kılsın. Rahatsızlığınıza üzüldük. Dinsel hizmetler yolunda saygıdeğer kişilerin bu tür güçlükleri önemsemeyecekleri ve rahat olacakları doğaldır.[4]
Atatürk, Türk Kurtuluş savaşının kutsal bir boyutunun olduğunu; bu mücadelenin aynı zamanda, Müslümanların kurtuluşunu amaçladığını belirtmiştir. Atatürk, 1921 yılında Azerbaycan temsilcisi İbrahim Abilof'u Çankaya'da kabulünde şu açıklamayı yapmıştır:
Bu kutsî mücadelede, milletimiz, İslâm'ın kurtuluşuna dünya mazlumlarının refahlarının artırılmasına hizmet etmekle müftehirdir.[5]
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı Müslümanların Batılılardan kurtuluş mücadelesi olarak değerlendirmiştir. Bu mücadelede Türk milletinin Müslüman kimliğini hep ön planda tutmuştur. Küfrevîzade Şeyh Abdulbaki Efendi'den Bitlis halkını milli mücadele hakkında aydınlatmasını isteyen Atatürk, ona yazdığı mektupta şu ifadelere yer vermiştir:
Yakında Müslümanların,
Avrupalı müstevlilerden kurtuluşu hususundaki başarı haberlerini inşallah size bildiririm.[6]
Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın amacını, İslâm'ın kurtuluşu olarak nitelemiştir. Bu amaç için savaşan Türk ordusunun başarısı için dua edilmesini istemiştir. Şeyh Ahmed Şerif Senûsî'ye, "İslâm'ın kurtuluşu amaçlarına yönelik olan bugünkü savaşçıların başarılı olmaları için dualarınızı beklerim." demiştir.[7]
Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında camilerde Kur'an ve Sahih-i Buhâri okunmasını istemiştir.[8]
Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hem milli hem de İslâmî açıdan büyük bir öneme sahip olduğunu belirtmiştir. Atatürk'ün, 21 Nisan, 1920'de Heyet-i Temsiliye adına yayınladığı tamim'de şu açıklamalara yer verilmiştir: Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin açılış günü, Hacıbayramı Veli Camii Şerifinde Cuma namazı kılınarak, Kur'an ve namazın nurlarından feyz alınacaktır."
Atatürk'ün bu kişilik «özelliğini tespit edenlerden birisi Gott-hard Jachke'dir. Ona göre Atatürk, çoğu zaman Allah'ın hidâyeti için dua etmiş, bir zaferden sonra da Allah'a şükretmeyi hiç unutmamıştır. Tanrıdan yardım dilemek onun en belirgin özelliklerinden birini oluşturmuştur. Mücadelesinde her zaman destek ve yardımı Allah'tan isteyen Atatürk, her fırsatta Kur'an okutup dua etmeye özen göstermiştir. Yeni Türk devletinin temellerini atarken dayandığı tek kuvvet, Allah'a olan tevekkülü olmuştur.[9]
Atatürk, Zübeyde Hanım ve Fikriye Hanım'a cepheden gönderdiği telgrafta, Allah'ın yardımıyla kazanılan zaferlerden bahsetmiş ve vatanın kurtuluşu için dua etmelerini istemiştir:
Buraya geldikten sonra düşmanı kovmak gerektiğinden taarruz ederek Allah'ın lütfuyla attık. Afyonkarahisar'ı aldık. Bu nedenle daha birkaç gün buralarda kalmak lazım gelecektir. Siz müsterih olunuz! İnşallah duanız berekâtıyla bütün memleketimizi düşmandan kurtarmak nasip olacaktır.[10]
Atatürk, milli mücadeleye önderlik etmek üzere Ankara'ya geldiğinde ciddi bir biçimde maddi sıkıntı çekmekteydi. Bu durumdan haberdar olan Ankara müftüsü Atatürk'ü ziyaret etmiş ve ona bin lira gibi azımsanmayacak miktarda maddî destek sağlamıştır. Sağlanan bu maddi imkanın ardından Atatürk, Mazhar Müfit Kansu'ya, Gördün mü, akşam ne kadar sıkılmıştık. Bu hatıra gelir miydi? Allah bize yardım ediyor" demiştir.[11]
Atatürk'ün, Büyük Taarruz sabahı, ordu hücuma hazırlanırken; "Yâ Rabbi! Sen Türk ordusunu muzaffer et... Türklüğün, Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme! Rabb'im, Yunanlıların kazandığını gösterme bana, onlar kazanacaksa, şu gök kubbe benim başıma yıkılsın daha iyi" diye dua etmiş, "Anacığım dua et!" demiş, bu sırada gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğü görülmüştür. Yine aynı gün, Türk topçuları düşman siperlerini dövmeye başladığında, Allah'ım, Türk Milletini ve ordusunu koru, diye dua etmiştir.[12]
Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenabı Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükür ve hamdlar ederim. Bugün olduğu gibi, ömrümün nihayetine kadar milletin hadimi olmakla iftihar edeceğim."[13]
Şeyh Senûsî; Atatürk'ü, halâskâr-ı İslam yani İslâm'ın kurtarıcısı olarak nitelendirmiştir. Atatürk'ün çalışma odasında bulundurduğu Kur'an nüshalarından ikisini Şeyh Senûsî hediye etmiştir. Şeyh Senûsî bu Kur'an'lardan birisin üzerine Atatürk'e hitaben şunları yazmıştır: Kur'an-ı Kerim aramızda sadakat ve muhâdenet teşkil edecektir. Bunu halâskâr-ı İslâm olan sana hediye ediyorum. Kitabullah önünde yemin ederim ki, hayatta bulundukça sana yardım edeceğim.[14]
Atatürk, 1922 yılında yapmış olduğu bir konuşmada, "Ben zannediyorum ki, bu hidematımdan dolayı milletimin muhabbetine ve teveccühüne mazhar oldum. Belki bütün âlemi İslâm'ın muhabbet ve teveccühüne mazharım."19 demiştir. Nitekim Atatürk, sadece Türkler tarafından değil, bütün İslâm dünyası tarafından "Gazi"ligine ek olarak kurtarıcı" diye anılmıştır.[15] Şimdi düşünce ve görüşlerini aktaracağımız devlet adamı ve düşünürlerin açıklamaları Atatürk'ü yukarıdaki sözlerinde haklı çıkarmıştır.
Pakistan'ın kurucusu Muhammed Ali Cinnah, Atatürk'ü "Yakın doğunun Müslüman devletlerine örnek olabilecek hizmetler yapan, çağdaş İslâm dünyasındaki en büyük Müslüman" olarak tanıtmıştır.
Atatürk'ün Okuduğu Dinî İçerikli Kitaplar
İslâm dinini iyi bilen Atatürk'ün, yaklaşık 6500 ciltlik kütüphanesi tetkik edildiğinde, 122 adet İslâm dinine ait kitap okuduğu görülmüştür. Bu araştırmada diğer dinlere ait okuduğu kitapların sayısının da 21 olduğu tespit edilmiştir. Özellikle "Dinler tarihi" Atatürk'ün en çok okuduğu konular arasında yer alır.[16]
Atatürk'ün kişiliğinin dinsel yönünün oluşmasında okumuş olduğu eserlerin büyük etkisi vardır. Atatürk'ün, Corci Zeydan'ın Medeniyet-i İslâmiye Tarihi gibi, Batılı yazarların eserlerini okuduğunu biliyoruz.[17] Atatürk, Leon Caetani'nin İslâm Tarihi, R. Dozy'in İslâm Tarihi Üzerine Denemeler, Filibeli Ahmet Hilmi'nin İslâm Tarihi, M. Şemsettin Günaltay'ın İslâm Tarihi, Enrico İnsabato'nun İslâm ve Müttefiklerin Politikası gibi dinî içerikli eserler okumuştur. Ahmet Naim tarafından Türkçe'ye çevrilen Buhârî'nin Sahîh adlı eserinin muhtasarı da Atatürk'ün okuduğu kitaplar arasındadır.[18]
Atatürk'ün, İslâm Tarihi ve Halifelik meselesi gibi konularda etkilendiği eserlerin başında Leon Caetani'nin ünlü İslâm Tarihi adlı kitabı gelir. Atatürk, kaleme almış olduğu 'Tarih II. Ortazamanlar" adlı eserinde Hz. Muhammed'in hayatı ve savaşlarını yazarken Caetani'nin Hüseyin Cahit tarafından Türkçe'ye çevrilen İslâm Tarihi adlı kitabını kullanmıştır. İtalyan yazardan önemli ölçüde yararlanmıştır.[19]
Bu kitaplardan bir kısmını okuyan da Afet inan'dır. Atatürk, özellikle bu çalışmalar sırasında Hz. Muhammed'in gazvelerini incelerken onların haritalarını çizmiştir.[20]
Öğrencilik yıllarında Atatürk okul tatillerinde Selanik'e döndüğü zaman Mevlevi tekkesini ziyarete gider, orada Mevlevi ayini dinler, sema seyredermiş. Gördükleri ve duydukları ilgisini çektiği için, Mevlâna'nın Mesnevî ve Divan-ı Kebir isimli eserlerinin tercümelerini okumuştur.[21]
Atatürk, kendi özel kütüphanesinde bulunan birçok kitabı okumuş ve önemli bulduğu yerlerin altını çizmiştir. Ayrıca bu kitapların kenarlarına birtakım notlar düşmüştür.
Atatürk, İslâm tarihini çok iyi bilen bir önderdi. O, bir aralık kendisini İslâm Tarihine vermiştir. İslâm tarihini ve Hz. Muhammed'in hayatını derinden incelemiştir. Atatürk, tarih çalışmaları yapmak üzere Yalova'ya giderken İslâm Tarihine ve dinler tarihine ait Türkçe, Fransızca kitapları da beraberinde götürmüştür. Saatlerce süren okumalar ve tartışmalar yapmıştır. Aylarca süren bu etkinlikte Afet İnan, kendisine asistanlık etmiştir.
Atatürk'ün Kur'an Hayranlığı!
Atatürk'e 1923 yılında küçük boyda bir Kur'an-ı Kerim hediye edilmesi üzerine:
Bence kıymetini takdire imkan olmayan bu hediye Kur'an-ı Kerim'i; en derin hürmetkar din duygularımla muhafaza edeceğim, demiştir.[22]
Atatürk, Ankara'da Müftü Rıfat Börekçi ve ulemânın katıldığı bir karşılama toplantısında, Kur'an'a olan saygısını, onu öpüp başına koyarak göstermiştir. Atatürk, o sırada Seymen alayının idarecisi Güvençli İbrahim'in göğsünde hamayli şeklinde duran Kur'an'ı saygıyla öpmüştür.[23]
Atatürk, Kur'an'a duyduğu saygıyı, Kur'an okuyana karşı göstererek de gerçekleştirmiştir.
Hafız Yaşar Okur şöyle demiştir: Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan ayında ve Kandil geceleri beni huzurlarına çağırır, Kur'an-ı Kerim'den bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu ile dinlerlerdi. Ruhen çok mütelezziz olduğu her halinden anlaşılırdı.[24]
1922 yılına ait not defterinde Atatürk, sık sık, hafıza Kur'an okuttum", "hafız Kur'an okudu" ifadelerine yer vermektedir:
Saat sekize doğru İsmet Paşa geldi, evvela yemek, yemekten sonra 10 Mart için suret-i hareket kararlaştırıldı. (9 Mart 1922)
Ondan sonra hafıza Kur'an okuttuk. (10 Mart 1922)[25]
Atatürk'ün Manevi Haz ve Duyarlılığı:
Atatürk, Kuran okumasını isteyince, "Nereyi" diye soran Hafız Yaşar'a çıkışarak şöyle der: Buraya bak! İşte zekâ ile aptallığın mukayesesi! Sana Kur'an oku, dedim. Hangi sûreyi istersiniz diye sordun. Bu şarkı değil ki, beğendiğimizi okuyalım, Allah'ın kelâmı... Ne diye soruyorsun. Nereden istersen oradan oku. Sonra, hicaz makamına geç dedim. Makamı bulmak için Kur'an'ın azametini ve zevkini berbat ettin. Şaşkın herif![26]
Kur'anın Anlaşılması için, Türkçe'ye Çevirme Çalışmaları:
Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kur'an Türkçe olmalıdır.
Türk, Kur'an'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var, bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Atatürk, burada Kur'an'ın Türkçe'ye çevrilmesinin gerekçelerini açıklamaktadır.[27]
Atatürk, Kur'an'ın tercüme edilmesi yönündeki eğilimini, bir dayatma olarak Türk milletinin önüne koymamıştır. Yapılacak bu çalışmanın dinin ruhuna uygun düşüp düşmediğinden emin olmak istemiştir. Bu alanda yetkili olan uzman kimselerle uzun süren görüş alışverişlerinde bulunmuştur.
Atatürk, bu konuyla ilgili sorduğu soruya Hafız Ahmet Karaboncuk'un verdiği cevapla yakından ilgilenmiştir.
Hafız Ahmet şöyle demişti: Muhterem Gazimiz! Arzu buyurduğunuz cevabı Kur'an bizzat kendi diliyle veriyor. Sonra hafız, "İnnâ enzelnâhu Kur'ânen arabiyyen leallekum ta'kılûn" âyetini okudu. Bunun üzerine Atatürk, ondan âyetin anlamanı açıklamasını istedi. Hafız Ahmet âyeti şu şekilde açıkladı:
Bu âyet diyor ki, Biz Kur'an'ı Arap kavmine indirdiğimiz için, Arapça gönderdik. Yoksa başka dillerde indirebilirdik. Sebebi de Kur'an'ı, yalnız okumak değil, manasını da anlamamız içindir. Muhterem Gazimiz! Kur'an'ın asıl maksat ve isteği münderecatını anlamakmış, biz Türkler Arapça bilmediğimiz için Kur'an Türkçe'ye tercüme edilmelidir ki, manasını anlayabilelim. Sualinize Kur'an'dan okuduğum âyetten daha veciz bir cevap olur mu?
Atatürk bu açıklamalardan o kadar memnun olmuş ki. "hakîkaten bu cevap beni tatmin etti" demiştir.[28]
Bilgi boyutunun hemen hemen hiç bulunmadığı Kur'an kıraatına, gerçek anlamda kıraat demek mümkün değildir. Atatürk'ün gösterdiği yolda, günümüz Müslüman Türk din bilginleri bu soruna çözüm üretmeyi denemelidirler. Aksi takdirde dün olduğu gibi, bugün de Müslüman Türkler, Yüce Allah'ın "hattâ ta'lemû mâ tekûlûn" ("Ne okuduğunuzu anlayıncaya kadar") emrine uymadan namaz kılmaya devam edeceklerdir. Şuursuzca kılınan namazla başlayan şekilcilik ve tefekkür yoksunluğu, bütün dinî yaşantıyı şekilci, özden yoksun ve ruhsuz kılacaktır.
Bu ayeti kerime:
Ne okuduğumuzu anlayıncaya kadar, Namaza yaklaşmayın" anlamındadır.
Soner Yalçın'ın Kitaplarından da anlaşılacağı üzere:
Sebataist bir aileden geldiği, dindarlık kisvesi altında sinsi ve siyasi hesaplar gözettiği, Atatürke karşı gizli bir husumet beslediği, Mustafa Kemalin Musul ve Kerkük'ü alma talimatını geri çevirdiği, Doğudaki isyanları dolaylı biçimde teşvik ettiği, sabataist ittihatçıların tertiplediği İzmir suikastına karıştığı için tevkif edildiği ve İnönü'nün özel girişimiyle salıverdiği bilinen Kazım Karabekir, Kur'anın Tercümesi işine şiddetle karşı çıkmış ve çevresini "Dini yozlaştırıyor" bahanesiyle Atatürk'e karşı kışkırtmıştır.
Atatürk ise sabataistlerin (Türk ve Müslüman görünen gizli Yahudilerin) kendi aralarında Kur'an Muhammedin kendi yavaleri (uydurma düzmeceleri) dediklerini ise bilip durmaktadır.
Yine bu konunun tartışıldığı bir toplantıda Atatürk hiddetlenerek; Karabekir'e şunları söylemiştir: Evet, Karabekir, Araboğlunun yavelerini Türkoğullarına öğretmek için Kur'an'ı Türkçe'ye tercüme ettireceğim ve böyle de okutturacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakta devam etmesinler. Atatürk'ün bu sözlerinde, dinin doğru anlaşılmasını ve yanlış öğrenilmemesini sağlamaya çalışmaktan başka bir anlam yoktur. Karabekir bu sert cevap karşısında şaşkınlığını anılarında şu şekilde aktarmıştır: Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur'an'ı ve Peygamberi öven, hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri duymak herkesi incitiyordu.[29]
Halbuki Atatürk Kazım Karabekir'e bir hatırlatma yapmakta ve onun dindarlık görüntüsüyle, Kur'anın Türkçeye çevrilmesine niye karşı çıktığını, gizli ve sinsi hesabını yüzüne vurmaktadır.
Yani "siz sabataistler bu Kur'an Hz. Muhammedin uydurmaları demiyormusunuz? Öyle ise bunların tercümesinden niye gocunuyorsunuz?! Çünkü siz bu asil Milletin Kur'an gerçeğini öğrenmesini ve bilinçle dine yönelmesini istemiyorsunuz!..." uyarısını yapmıştır.
Atatürk, yeni yetişen nesle, Kur'an'ın mealinin en kolay ve anlaşılır yöntemlerle öğretilmesini istemiştir. Kur'an âyetlerinin, halkın anlayacağı şekilde Türkçe olarak açıklanmasını önermiştir. Atatürk, Kur'an tefsirinin, bazı kimselerin özel uzmanlık alanı olarak kalmamasını, halkın dinî ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir işleve kavuşturulmasını tavsiye etmiştir.
Atatürk, Kur'an'ı okuyan kimsenin, ondan mutlaka bir şeyler anlayabilmesi ve Allah'la doğrudan irtibata geçmesi gerektiğini ifade etmek istemiştir. Nitekim bir keresinde İnşirah sûresini okuyarak anladıklarını açıklamaya çalışmıştır.
Milli egemenlik kavramının ve bağımsızlık aşkının Kur'andan kaynaklandığını şu sözlerle vurgulamıştır.
Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun birinci maddesi gereğince egemenlik kayıtsız ve şartsız milletindir. Milletimiz için hiçbir noktasının her ne şekil ve anlamda olursa olsun değiştirilmesine izin verilmesi imkânı yoktur. Bu kanun milletçe Kur'an hükümleri mertebesinde önemlidir. Çünkü Kur'an hükümleri dahi bunu onaylar."[30]
Atatürk Fatiha suresinin Türkçe'sini o ezberlemişti. Sûreyi bir kere daha gözden geçirdi. Güzel yüzüne verdiği ciddiyet alametlerimle, gözünü karşıda bir noktaya dikerek okumaya başladı. Ara sıra kitaba da bakıyordu. Okudu, o kadar güzel ve canlı okudu ki güzel ve canlı okuyan bile buna hayran oldu. İyyâke'lerdeki hem niyaz nüktelerini hem hasr manalarını hakikaten canlandırdı.
İhdinâ'daki yalvarışları insan psikolojisine en uygun durumda okumayı başardı. Hasılı Türkçe bir ibare; nükteleri, bediî rolleri ancak bu kadar meydana çıkarılmak suretiyle okunabilirdi.
Hakikaten okudu. Askeri kumanda eder, emirler verir gibi bir ahenk ve tavırla okudu, kendisi de farkına vardı.[31]
 
ATATÜRK'ÜN BALIKESİR HUTBESİ

Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçkleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur'an'daki mânası açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunarı arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak'tır.
Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah'ın evi idi. Millet işlerini Allah'ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber'in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir'in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayı benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.
Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur.
Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber'in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber'in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, ikiyüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi'nde söylediğim bir nutukta demiştim ki "Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur." Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve medeni olayları hergün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

07 Şubat 1923 BALIKESİR - Zagnos Paşa Camii

Atatürkün Türklük Sevgisi
Türk! Öğün. Çalış. Güven.
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimiz'in dayanağı Türk Topluluğu'dur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk Kültürü ile dolu olursa, o topluluğa dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.
Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklük'ten başka birşey değildir.
Bu millet kılı kıpırdamadan dâva uğruna ve benim uğruma, canını vermeye hazır olmasaydı ben hiçbir şey yapamazdım.
( İngiliz ataşemiliteri Kolonel Ros'un bir sorusuna karşılık olarak söylenmiştir: ) Anasının ve babasının asilliğiyle iftihar eden Teodoz, İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attilâ'ya, barış görüşmesinden önce sormuş: "Siz hangi asîl ailedensiniz?" Attilâ da ona cevap vermiş: "Ben asîl bir milletin evlâdıyım!" İşte benim cevabım da size budur!
Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yoktur. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz.
Türk'e olumlu ve iyi bir şey veriniz. Bunu reddetmesine imkân yoktur.
Türk Milleti kahramanlıkta olduğu kadar istidat ve liyakatte de bütün milletlerden üstündür.
Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat kaynağı milletimin sinesidir. ( 1919 )
Yalnız mitingler ve benzeri tezahürat büyük gayeleri hiçbir vakitte kurtaramaz ve ancak milletin sinesinden bilfiil doğan müşterek kudrete dayanırsa kurtarıcı olur. ( 1919 )
Vakız bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğiz herhalde bencil ve gururlu bir milliyetçilik değildir. ( 1920 )
Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur, ateş altında olmuştur. Ölüm karşısında olmuştur, Yemin ederek size temin ederim ki, bizim milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir. ( 1920 ) 

 

 


 
 
  Bugün 3 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı! yeniListe.com

 

 
  Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol